Startup’lar, artık dünyanın inkar edilemez gerçeklerine dönüştüler. Facebook’un, Twitter’ın, GoPro’nun, Kickstarter’ın, WhatsApp’ın ve sayısız başka uygulama ya da servisin, yoluna bir teknoloji startup şirketi olarak başladığını biliyoruz. Umut vadeden bir ürün ve hizmet geliştirip ardından buldukları güçlü fonlarla yollarına devam edip milyarlarca dolarlık gelir elde edebilen bu startup’ların başarıları herkesi kıskandırıyor.
Başarıya ulaşmış startup’ların erken dönemlerinde şirkette işe girenler de kısa süre sonra şirketin önemli yöneticileri veya hissedarlarına dönüşebiliyor ve elbette şirketin kazanmaya başladığı büyük hacimli dolarlardan önemli paylar alıyorlar.
Startup yöneticileri ile uyuşamayıp yarı yolda şirketten ayrılsalar bile geliştirmeye başladıkları ürünle artık isimleri piyasada duyulmuş oluyor ve daha iyi şartlarda, daha iyi bir pozisyonda iş bulabiliyorlar hatta iş ağlarını doğru kurmuşlarsa, kendi startup’larını başlatıp milyarderlik yolunda hızla ilerlemeye devam ediyorlar.
Bu kurgu sadece ABD ve Silikon Vadisi için de geçerli değil. Teknolojinin yükseldiği her ülkede, çalışanların “kapağı bir startup’a atmak” istediği göze çarpıyor. Çin, Hindistan, Avrupa, eski Sovyet bloğu ülkeleri… 20-30-40-50-75 kişilik küçük şirketler kısa süre sonra, yüz milyonlarca dolarlık cirolara ulaşabiliyor. Daha da başarılı olanlar, milyar dolarlık bir satın alma ile Google’ın, Yahoo’nun, Facebook’un, Apple’ın veya başka bir teknoloji devinin parçası haline geliyor. Elbette çalışanlar da bu dev şirketlerin bünyesine katılıyor ve hayatları değişiyor.
Türkiye’de ise garip şekilde bu kurgunun işlemediğini gözlemek hiç zor değil. İnsanların, iş tercihinde yeni işe başlamış bir startup’ı değil, dev kurumsal yapıları öncelikle tercih ettiğini görüyoruz.
Elbette kimi zaman ödemelerin düzensizleştiği, nakit sıkıntısının yaşanabildiği küçük bir şirkette çalışmaktansa, insanların düzenli ödeme yapan, güçlü sosyal haklar sağlayan, iş yükünün daha adil dağıldığı dev kurumsal şirketleri tercih etmek istemesi çok doğal bir sonuç ancak bu noktada, Türkiye’nin dünya ile rekabet etmesini engelleyen bir paradoks ortaya çıkmıyor mu?
Çalışanların bu tercihlerine bakarak, Türkiye’de işlerin startup’lar için çok da parlak olmadığını söylemek zor değil, zaten bu sır da değil. Dünyadaki rakipleri gibi, kolayca fon bulamayan, üzerinde çalıştıkları ürünü ya da hizmeti öz kaynakları veya zar zor elde ettikleri küçük fonlarla, özverili bir çalışma düzeni içinde geliştirmeye çalışan startup’ların çalışanlarına güven veremiyor olması, Türkiye’den güçlü bir ürün ya da hizmetin çıkmasını çok zorlaştırıyor. Bu handikap da Türkiye’den, dünyadaki rakipleriyle yarışacak bir teknoloji şirketinin doğmasını engelliyor.
Nitelikli, azimli, motive olmuş, çalışkan iş gücü büyük şirketlerin ağır çarkları altına girip yaratıcılıklarını kullanabilecekleri fırsatları kaçırırken, yaratıcı ve azimli çalışanlara ihtiyaç duyan küçük startup’lar da ihtiyaç duyduğu insan gücüne ulaşamayarak batmaya mahkum kalıyor.
Yatırımcıların ise sadece para kazanmaya başlamış ürün veya hizmetlere odaklandığı ama bu desteğin de çok cılız kaldığı bir ekosistemde, startup kurucusu da olmak, çalışanı da olmak büyük cesaret istiyor.